17 Kasım 2009 Salı

Dışavurumculuk (Ekspresyonizm)





















İster Kuzey Avrupa'da 20.yy.ın başlarında somut olarak ortaya çıkan ve 1925'e kadar süren bir sanat akımını belirtsin, isterse 1910-20 yıllarında Alman edebiyat okulunu ve onun sinema alanındaki yansımasını belirtsin, dışavurumculuk (ekspresyonizm) terimi, Birinci Dünya savaşından önce ve sonra görülen ve dönemin sanatçıları tarafından şiddet dolu ve kaygı verici bir estetik anlayışı aracılığıyla yansıtılan huzursuzluk, tedirginlik ve başkaldırı atmosferini çağrıştırır. (Axıs 2000)

Doksanların başında herkes bir sabırsızlık içindeydi. Hayalkırıklığı insanların alışılmış güdülerinden olmuş, Avrupa karşıtlıkların ve sarsma, devirme arzularının kıtası haline gelmişti. Kültürel hava, belki de en belirgin ölçüde Almanya'da, devrim kokuyordu.

Almanya'da duyarlılık, toplum ve değerler açısından yaşanan derin bir bunalıma denk düşer dışavurumculuk: kötümserlik, ütopya, düş kurma zevki, her çeşit gerçeğe başkaldırı, iç dünyaya kaçış olarak belirtebileceğimiz dışavurumculuğun içeriği, bunu yaratan toplumsal koşullardan ayrılamaz. Biçim açısından her ne kadar başka akımlarla yakınlık kurulabilirse de, dışavurumculuk hareketindeki özgünlüğün, kendisini yaratan kuşaktan, bu kuşağın sıkıntısından, daha önceki bütün sanat biçimlerine karşı köktenci başkaldırısından kaynaklandığı kesindir. (J.M. Palmier.)

Schiller, Goethe ve Novalis kuşağının içinde yaşadığı dönem, hala, Werther'e acı çektiren, önyargıların derin izlerini taşıyan ve yavaş yavaş sanayileşip burjuvazinin niteliklerini kazanacak olan Almanya'nın feodal dönemidirDışavurumcu şairlerse bu tamamlanmış sanayileşmenin sonuçlarına ürkerek bakarlar; kentlerden, toplumsal karşıtlıklardan ve sefaletten büyük ölçüde etkilenmişlerdir. Nitekim bu toplumsal bağlamı bilmeden Heym'in, Becher'in, Jakop van Hoddis'in şiirlerindeki temaları anlamak mümkün değildir. (J.M.Palmier)

Almanya'da 1918-19 yıllarında yaşanan toplumsal çalkantı sonucu değişimin gerçeklikleri karşısında hiçbiri ayakta kalamayacak ve 1919'dan itibaren kimi dışavurumcuların ya ılımlı kuramlarının yetersizliğini hissettikleri ya da Weimar Cumhuriyetinin orta sınıf sosyalizmini hayal kırıklığına uğrayarak reddettikleri için doktriner sola yaklaştıkları, kimilerinin o yavan siyasi entellektüalizme kapıldıkları, kimilerinin de sanayi kapitalizmine muhalefet ederken sanayi öncesi kurumlar adına bütün bilimi, teknolojiyi, sanayii yadsıma noktasına varıp ilk Naziler oldukları gözlenecekti.

Dışavurumcu şair, dilin dengesinin bozulmasına ve dünyanın yok olup gitmesine karşılık ortaya, benzetmelerle yüklü olan ve içinde hem dilsel bir büyünün hem de gizemli görüntülerin oluşmasına yol açan imgeler atar. Heyecanlar, çarmıha gerilmiş bedenleri çağrıştıran kavramlar, gerçeğe olduğu gibi doğaüstüne de tanıklık eden darmadağınık ve kendinden geçişin simgesi cümleler, ''hata''yı belirleyen zamanın sarsıntıları hem çığlığın hem de ''ilk olan''ın derinliğine yapılan dalışlardan başka bir şey değildir. (Axis 2000)

Dışavurumculuğun Kendine Özgü Nitelikleri

Peki uzam ve zaman açısından oldukça belirli sınırlar içinde kalan, özellikle de resim ve şiir, mimarlık ve müzik, tiyatro ve sinema gibi birbirinden iyice farklı sanatlarda ortaya çıkan böyle bir dışavurumculuğun kendine özgü niteliklerini nasıl kavrayabiliriz? Her şeyden önce tarihsel açıdan kavrayabiliriz. Hareketin doğuş tarihi tam olarak saptanamasa da, bazı kesin etkilerden kalkarak oluştuğundan da kuşku yoktur: Fovlarla, Gauguin’le ve Matisse’le başlayan İzlenimciliğe tepki; Berlin’de Munch’un yapıtlarının keşfedilmesi; birçok Alman sanatçının Ensor’un tablolarıyla karşılaşması; önceki estetik tınlayışa en şiddetli tepkilerden birini oluşturan Fransız yapıtlarının halka tanıtılmasını sağlayan Berlin sergileri. Berlin, çok önceleri elde ettiği Avrupa öncü sanatının kavşak noktası olma rolünü aşağı yukarı Nazizmin yükselişine kadar sürdürecektir. XX. yüzyılın başlarındaki en etkili sergiler Berlin’de gerçekleşmiş, özellikle de Fransız, Alman, Sovyet ve İtalyan akımları Berlin’de karşılaşmışlardır. Marinetti gibi Apollinaire de “Der Sturm” galerisi tarafından Berlin’e davet edilmiş, “Der Sturm”un yöneticisi Walden, Alman topluluklarını olduğu kadar yabancı toplulukları da tanıtmıştır. Düzenlemiş olduğu fütürist sergi, genç Alman sanatçılara yararlanabilecekleri bir dizi deneyim sunmuştur. Der Sturm dergisi de, bildiriler, özellikle de futuristlerin bildirilerini yayımlayarak ve öncü sanatı şiddetli biçimde savunarak galeri kadar önemli bir rol oynamıştır. Sergilerdeyse, Franz Marc, Kandinski, Chagall, Matisse, Gauguin, ilk kübistler ile Sovyet sanatçıları Larionov ve Gontaşarova bir araya gelmişlerdir.

Peki bütün bu akımlar arasında dışavurumculuk nereye oturtulabilir? Dışavurumculuğu öteki sanatlardan soyutlamak güçtür. Kuşkusuz “Der Blaue Reiter” gibi bir topluluğun tartışılmaz bir özgünlüğü vardır, ama bir Die Brücke, Munch, Gauguin, Matisse olmadan, Kirchner’in Afrika ve Okyanusya sanatını keşfi olmadan düşünülemez. Zaten dışavurumculuk, futurizm ve kübizm arasındaki sınırlar da çoğu zaman belirsizdir. Franz Marc bazen futurizme yaklaşır, Feininger orfizmden uzak değildir, Stramm ve Becher’in üslubu çoğu kez Marinetti’nin üslubunu çağrıştırır, Chagall da, o dönemde, dışavurumcu olarak kabul edilmektedir.

Avrupa’daki bütün bu deneyimler arasında kuşkusuz bir çok ortak nokta vardır ama yine de dışavurumculuğun özgünlüğü yadsınmaz. Almanya’da duyarlılık, toplum ve değerler açısından yaşanan derin bir bunalıma denk düşer dışavurumculuk.

Kuşkusuz, plastik sanatlar bu sert, katı ve biçim değişikliğine uğramış bu yeni üslubun doğuşunu şiirden daha iyi kavramayı sağlıyordu. 1910-1912 yılından sonra Fovlarla olan bağlantı tam olarak koptu. Doğuşu, kübizm ve futurizm ile aynı döneme rastlamakla birlikte, dışavurumculuk, bu etkileri, söz konusu vizyonu geliştirmek için yeni araçlar olarak kendi içinde eritti. Kuşkusuz değişik öncü sanatlar arasında çok sıkı uygunluklar vardır ve çoğunlukla hâlâ konstrüktivizmin ya da futurizmin “biçim bozma”larını, dışavurumculuğun “biçim bozma”larından ayırmak güçtür. Akımların doğuşunun aynı zamana rastlaması olgusu, bu hareketlerin toplumsal bağlamlarından soyutlanamaycağını gösterdiği gibi, o zamanlar Avrupa’nın değişik başkentlerinde ortaya çıkmış sanat akımları arasındaki ilişkilerin yaygınlığını da gösterir. Nitekim da da, Zürih’ten Berlin’e, Berlin’den de Budapeşte’ye sıçrayabilmiş; öte yandan Paris, Roma, Berlin, Budapeşte, Prag, Moskova ve Sen Petersburg arasında karşılıklı ilişkiler sürekli biçimde gerçekleştirildiği için de dışavurumcular futuristlerin ve kübistlerin tablolarını tanıyabilmişlerdir. 1910’dan başlayarak, Braque, Picasso, van Dongen, Rouault’nun tabloları Almanya’da sergilenmiş, Kokoşka, Kandinski ve Chagall gibi Delaunay de Berlin’e gitmiştir.

Ne var ki, yabancı sanatçıların bu etkileri ve bu tanışmalar, dışavurumculuğun ancak birkaç özelliğini açıklayabilir. Dışavurumculuğun üslubu, XX. yüzyılın başlarında Almanya’da görülen kötümserlik ve sıkıntı havasından kalkılarak yaratılmıştır. Onun için, Die Brücke topluluğunun, sanat alanında dışavurumculuğun ilk gerçekleşme biçimlerinden biri olduğunun çok sık ileri sürülmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Birçok yapıtta görülen sert ve katı çevre çizgileri, renklerdeki şiddet ve saldırgan özellik yeni duyarlılığın en belirgin nitelikleridir. Ama Die Brücke ve Der Blaue Reiter, özgün olduklarını canla başla ileri sürmekle birlikte, üsluplarını, kendilerini derinden etkilemiş olan önceki resim sanatından ayırmaya karşı çıkıyorlardı: Van Gogh, Munch, Vlaminck, Gauguin, el Greco onların öncüleriydi. Başlangıçta ancak izlenimciliğe karşı bir başkaldırı olarak nitelendirebileceğimiz bu üslup arayışı, hemen hemen aynı zamanda şiirde de kendini gösterdi. Gerçekten de şiirde de aynı parçalanmış biçime, başka deyişle dilbilgisinin ve sözdizimin parçalanrnasına rastlanıyordu; bazı şairlerde de tıpkı resimdeki gibi köklü bir başkaldırı egemendi. Benn’den Stramm’a kadar birçok yazarda bu yeni üslup özgünlüğü tartışılamaz. (...)

Dışavurumculuk ve Sanatlar, Jean-Michel Palmier, Çev: Mehmet Rifat, Modernizmin Öyküsü, Yapı Kredi Yayınları.
Not: Metnin plastik sanatlar bağlamındaki bölümü alıntılanmıştır.

Dışavurumcu sanatın amacı, sanatçının duyguları ve iç dünyasını renk, çizgi, düzlem ve kütle aracılığıyla dışavurmasıdır. Bu duyguları daha iyi yansıtabilmek için sanatçı geleneksel kuralların dışına çıkarak biçim bozma yöntemini kullanır. Edward Munch'un "Çığlık" adlı tablosu, bunun belirgin bir örneğidir.



Kaynaklar: http://www.felsefeekibi.com/
http://tr.wikipedia.org/

13 Kasım 2009 Cuma

GLOBAL BİR DİL:İNGİLİZCE



İnsanoğlu varolduğu günden beri her zaman sosyal yaşayan bir varlık olmuştur. Bu sosyallik için daima birbirleri arasında iletişim kurma ihtiyacı hissetmiş ve zamanla bu ihtiyaç doğrultusunda sesleri keşfetmiş ve bunları kullanarak da diller ortaya çıkmıştır. Her bölge kendi ihtiyaçları doğrultusunda kullandıkları dillerini geliştirmişler. Netice olarak da günümüzde kullanılan diller oluşmuştur.

Ülkeler arasındaki sınırların keskinliklerini kaybetmeye başlaması meseleye dil açısından farklı bir boyutta bakmayı zorunlu kılar. Globalleşen dünyada artık ulusalcılık kaybolup evrensellik ön plana çıkmıştır.Bu aslında hızla gelişen teknolojinin de kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Günümüz teknolojisinde ülkeler arasındaki mesafeler artık ortadan kalkmıştır. İnsanlar birbirilerini görmek, birbirileri ile konuşarak iletişim kurabilmek için herhangi bir yerden bir yere hareket etmek zorunda bile değiller. Yapılması gereken tek şey bir düğmeye basıp bilgisayarlarını açmak ve artık ülkemizde de çok yaygın olan interneti kullanarak hem görüntülü hem de sesli eşzamanlı iletişim kurmak. Böyle bir ortamda doğal olarak birçok şeyle birlikte ticaret şekli de değişti. Artık herhangi bir ülke değil, bütün dünya tek bir pazar haline geldi.

Durum böyle iken diğer ülkeler ile iletişim kurma ihtiyacı da her zamankinden daha fazla artmış durumda. Bunun da yöntemi o ülkenin diline hakim olmaktan geçiyor. Her bir birey kendi ufkunu genişletmek, yeni dünyalar keşfetmek, kendisine yeni imkanlar yaratabilmek için bir yabancı dil ihtiyacı hissetmektedir. Şu anda bile teknoloji bizi her gün buna biraz daha zorlarken gelecekte durum çok daha elzem ve gerekli olacaktır. Bu da her bireyin en az bir yabancı dil öğrenme ihtiyacını ortaya çıkaracaktır.

Öğrenilecek yabancı dilin seçiminde ise mutlaka belirli kriterler göz önünde bulundurulmalı ve ilk öğrenilecek dil bu doğrultuda belirlenmelidir. Bu kriterler, yaygın kullanım ve uluslararası geçerlilik olarak düşünülebilir. Eğer özel bir ihtiyaç söz konusu değilse ve sadece bu belirtilen kriterler göz önünde bulundurulduğu taktirde ise varılacak sonuç kesinlikle İngilizce’dir. Günümüz dünyasında kesinlikle global olan dil İngilizce’dir. Hangi konu olursa olsun, eğer bir yazı uluslar arası kabul görecekse mutlaka İngilizce ile yazılmalıdır. Ancak bu sayede eser dünyadaki bütün ülkeler tarafından incelenip kabul görebilir.

Sadece bilimsel, sanatsal ya da edebi açıdan değil, aynı zamanda ticari açıdan bakıldığında da İngilizce dünyada kabul görmüş ticari dildir. Bütün ticari anlaşmalar, yazışmalar, ve iletişim her zaman İngilizce kullanılarak yapılmaktadır. Ticaret yaptığınız ülkenin dilini bilseniz dahil, o ülke ile ticaret yaparken uluslar arası yasalara uymak adına her türlü iletişiminizi İngilizce olarak yapılır. Bu açıdan bakıldığında da İngilizce en öncelikli öğrenilmesi gereken dildir.

Hazırlayan: İSMEK Usta Öğreticisi Güray Beyhan

Kaynaklar:
http://ismek.ibb.gov.tr/
www.amptoons.com/blog/archives/2007/12

DİL ÖĞRENMEYİ KOLAYLAŞTIRMANIN YOLLARI



Yabancı dil öğrenmek için önce bunu gerçekten istemek ve yapacağına inanmak gerekmektedir. Verilen kararın ardından bir çalışma planı yapılmalı ve disiplinli bir şekilde eğitimlere başlanmalıdır. Karşılıklı konuşma dil öğrenmede çok önemlidir. Gramer ise bir dilin bel kemiğini oluşturmaktadır. Dil öğrenen kişiye düşen görev mümkün olduğunca öğrendiği dil ile ilgili yayınları takip etmek, görsel ve işitsel materyallerle bunu desteklemek ve sürekli tekrar etmektir.

Kaynak:
http://ismek.ibb.gov.tr/